Depremi Bekleyen Müteahhitler

Ben çocukken ablamlar Tuzla’da oturuyordu. Askeriyenin hemen arkasındaki bir sitede eniştem kapıcılık yapardı ablam da evlere temizliğe giderdi. Çocuk çağımda, çılgın matematik zekam yüzünden eniştem gibi kapıcı olmayı çok istedim. Hesapladım, on numara meslekti. Eniştem bisikleti ile verilen siparişleri almaya gidiyordu. Bisiklet olayı cepte! Ben daha bisiklet bile sürmeyi bilmiyorum gerçi o zamanlar. Hatta o yaz öğrenmiştim.

Sonra, kira vermiyor; elektrik, su, kömür beleş. Sıfır masraf üstüne bir de maaş alıyorlar. Ulan diyorum “temiz iş, bakkala çakkala git her ay çil çil altın biriktirirsin.” Ablamda öyle yapıyordu o dönem.

Eniştem de biraz çocuk ruhlu olduğu için atarisi vardı evde. Tuzla’ya gitmeyi sevmemin tek sebebi buydu. Tüm gün atari oynuyorum evde. Arada eniştem geliyor, maç kapışıyoruz. Bana göre dünyanın en zengin eniştesine sahiptim o zamanlar. Atari var, bisiklet var, lunapark yakın, buzdolabından krem peynir eksik olmaz. Yani bir insanın kendini zengin hissetmesi için gerekli olan her şey var. Hah bir de muhabbet kuşları var adı Çiko. Zaten adı Çiko olmayan muhabbet kuşu da görmedim bu zamana kadar.

Yaz tatili bittiğinde ağlaya ağlaya dönerdim eve. Hatta “pazartesi döneriz” diye kararlaştırdıysak mutlaka cumaya sarkardı o. Babamı arayıp ikna ederlerdi biraz daha kalayım diye.

17 Ağustos 1999 gününden iki gün önce eniştem söz vermişti. Büyükadaya gidecektik. O zamana kadar hiç gitmemiştim oraya. Hatta deniz taşıtına binmişliğim dahi yoktu. İnsan vapurla erken yaşta tanışırsa daha iyi bir insan olur gibi geliyor bazen. İstanbul’da yaşıyordum ama bu şehir benim için bir rüyadan ibaretti sadece. Yaşım ufak olduğu için mahalleden dışarı adımımı atamıyordum. Televizyon izlerken gördüğüm yerler bende büyük heyecan uyandırıyordu ve bir an önce büyümeyi bekliyordum.
17 Ağustos gecesi ablamın çığlıklarıyla uyandım. Ablamın yüzündeki korku hâlâ aklımdadır; enişteme sarılmış, ikisinin elinde de çakmak. Çakmak sürekli sönüyor ablamın ağlamasından gelen rüzgarla…

Neyse ki zerre hissetmedim o gün depremi. Beşik gibi sallanmışız ya, ben de mışıl mışıl uyumuşum. Dışarı çıktığımızda gördüğüm manzara hala gözümün önünde; herkes don- atletle dışarı çıkmış ağlayanlar, sinir krizi geçirenler, hiçbir şey demeden boş gözlerle etrafına bakanlar, bir işe yaramayacağı halde sürekli etrafta koşanlar…

Sonra çadır dönemi başladı. Bir ay çadırda yaşadım orada. Bizim İstanbul’da yaşadığımız gecekonduda zerre hasar yoktu. Ama ben yine de bırakıp gidemedim ablamları. Tuzla’da koca bir arsanın içinde çadır kuran onlarca insanla beraber yaşadık. Kendi içimizde bir koloni oluşturmuştuk. Küçük bir Çadırkent. Arada karıncalar yese de beni, halimden memnundum. Bir hafta sonra çadırkentte mangal yapmalar, masa getirip okey oynamalar başladı. İnsan olmanın iyi ve kötü yanının aynı şartlar olması ise çok tuhaf di mi?  İnsan her şeye ne çabuk alışıyor…  Bu arada büyükadaya gitme işi yalan oldu tabii.O günden 10 sene sonra gidebildim. )
Depremle ilgili türlü laflar döndü o ara. Ama en çok da depremin suçunu ablamın üzerine atmaları koymuştu bana. Ablam bir gün rüyasında cehennemde yandığını görene kadar rakı sofralarının aranan sâkisiydi. Şimdi beş vakit namazında hâlâ… O dönem ablam henüz din işlerine bulaşmadığı için bizim sitedeki muhafazakar komşulardan birkaçı depremi fırsat bilip ablama “sen açık olduğun için deprem oluyor, tövbe et kapan” falan filan diye baskı kurmuştu. “Ulan” diyordum “sitenin alayı açık ablam peygamber mi niye ihanete uğramış bir yaratıcı tarafından cezaya uğrasın.”

Sonra başka laflar dönmeye başladı;
Oturduğumuz sitenin arkasındaki askeriyede kuran yakıp dansöz oynattıkları için deprem olduğunu söylentisi yayıldı Çünkü ortada bir kaos olduğunda insan en çok bir suçlu arar. Birine suçu atmak sorunları çözer. Oysa İstanbul’a döndüğümde anladım ki herkes kendi bulunduğu bölgedeki askeriye için aynı şeyi söylüyormuş. Yani büyük ihtimalle aşırı sallantıda insanların beynindeki hücreler de yer değiştirdi. Yoksa bu kadar çok saçmalamak normal değil. Eeee yer küreymiş, fay hattıymış falan kim biliyor? Allah’ı suçlayacak da değiliz. Ama olanı olduğu gibi kabul edecek mecale de sahip değil kimse. 
Ahmet Mete Işıkara diye bir adam çıktı hatırlarsınız. Depremle alakalı mantıklı şeyler söyleyen tek adamdı o. Sonuç, iki ay sonra en seksi erkek ilan ettik. Halbuki benim ilkokul öğretmenime benziyordu daha çok. Ne bekliyorsun ki abicim sen bu ülkeden. Darbe olduğunda yaraları kapansın(!) diye Türkiye’ye erotik film sektörünü soktular. Aydemir Akbaş gibi adamın filmleriyle otuzbir çekti bu insanlar. Johny Sins olsa anlarım yine bir nebze. Kötü ve boktan olan ne varsa kabullenişimize hayran kalmışımdır hep.
Nitekim binlerce insanın ölümü ve yaralanmasıyla sonuçlanan olayda; ev yıkılan yerlerdeki arsalar, evler falan paralı müteahitler tarafın insanları korkutarak parsel parsel alındı. 
Avcılar’a yakın oturuyorum ben. En büyük deprem bölgelerinden biriydi. 5bin liraya alındı daireler şimdi en ucuzu 500 milyar. Kriz fırsata çevrildi. Orada evi yıkılan, yakını ölen, yurdundan olan insanlar şimdi bu krizci adamlar yüzünden hala kredi parası ödüyordur bir yerlerde. Çünkü biz ne depremden ne de başka bir şeyden hiçbir zaman ders almıyoruz. İstanbul afet bölgesi olduğu halde daha uzun binalar dikmeye başladık. Allah korusun ama bir gün yine böyle bir deprem olunca görücem ben Beylikdüzü’nün halini.

O Avcılar’da yıkılan evlerden birinde de Mesut Abi’nin annesi vefat etmişti. Çekti gitti sonra buralardan.  Duyduk ki tek katlı bir gecekonduda yaşamını devam ettiriyor, kafasına çökerse de sadece tek bir kat çöksün diye…. Ödü kopuyor yine deprem olacak yine taş taş üstünde kalmayacak diye.

Halbuki bak;
Allah isterse taş taş üstünde kalmıyor
Siz hala neyin mal mülk derdindesiniz?
Bu dünyada ölüm var, ölüm.

Ablamlara gelince;
birkaç ay daha kaldılar çadırda. Sitede hasarlar oluştu, tamir ettiler ama bizimkiler güvenemedi hiç. Ellerinde kalanlarla buraya taşındılar. Eniştemle ablam tekstil firmasında işe girdi. Şimdi hala kira ödüyorlar. Eniştem de artık ne atari oynuyor ne de bisiklete biniyor.
Aynı şeylerin bir daha yaşanmaması dileğiyle… 
Emrah Ateş
17 08 1999- 17 08 2016
tuzla- sefaköy

Yorumlar

  1. Çocukların bize hatırlattıkları ne çok şey var... Aslında çok umutsuz anlarda insan kendisine şöyle demeli: Ben neler neler başarmışım daha yolun başında, şimdi mi yapamayacağım...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. işte yolun başından sonuna giderken yoruluyor ya zaten insan...

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Orhan Veli'nin ölümü ve mezarı

Biliyorum Sana Giden Bütün Yollar Kapalı

Dünyanın bilinen ilk şiiri