Bahardı...

Her sabah aynı güne uyanıyor insan. ama hayatın öylesine garip bir yol haritası var ki; nereye gideceğini bilmediğin halde, o kapıya ulaştırıyor yine de seni. Ve ertesi gün olduğunda, düne bakıp anca görebiliyorsun nerelerden geçtiğini. Çünkü yaşanmamış birşeyi tahmin edebilirsin ancak, o da doğru çıkmaz zaten. Ama olmuş olan öyle midir ? Bilirsin en azından ne olmuş ne bitmiş.


İşte yine o aynı sabahların birinde uyandı çocuk. Camdan dışarı baktığında gökyüzünün nasıl bir karamsarlık içerisinde olduğunu gördü. Dışarda bir kasvet, bir matem havası. Kaldırımların üstüne gölgeler çökmüş. Yere atılan izmarit bile yolun ortasında değil sinmiş bir köşeye. Sanki babası öldüğünden beri ağlayamamış, ama her an fırsatını bulsa gözyaşlarını koyverecek biri gibiydi bulutlar. Öylesine kara, öylesine acı...

Bahar gelmemişti bir türlü kente. Ama kışta gitmişti. Mevsim beşinci bir mevsim oluvermişti adeta. Kısa kolla çıksan olmaz, kazak giysen olmaz dediğin havalar vardır ya onlardan biriydi işte. Doluya koysan yaz değil, boşa koysan kış değil...

Bu matemli havalarda kesin yağmur yağar düşüncesi ile montunu giyecekti aslında ıslanmamak için. Sonra yeni aldığı o gri ceketi giymeye heveslendiği için vazgeçti monttan. Bugün evden herzamankinden biraz daha yakışıklı çıkma ihtiyacı duyuyordu çünkü. Saçları ilk kez bu denli şekil almıştı uğraştırmadan. Ve o mont yerine şemsiyesini almayı tercih etti.

Gün bir şekilde bitiyordu işte. Ziyaret edilen müşteriler, satılan mallar, alınan paralar derken bir gün daha boğuyordu kendini, kendi karamsarlığında. Komşunun oyuncağını kıskanır gibi kıskanıyordu her girdiği dükkanı. Kendi hayallerini başkaları yaşatıyordu çocuğun. Onun hayallerine üvey evlat muamelesi yapılıyordu...

Akşam olduğunda beraber çalıştığı adam daha kısa gideceği bir yola bırakmayı tavsiye etti onu. Ama çocuk direndi, -yok trafik var.Tramvayla gitsem daha iyi. Hem bir iki dergi okurum fena mı ?- dedi. Hareket halindeki tramvaya doğru koştu çocuk, sanki yetişse madalya kazanacakmış gibi. Ama olmadı yetişemedi. O da diğer tramvayı bekledi.

Kulaklığındaki kulaklıktan en sevdiği filmin sountrackleri çalarken, bir yandan da dergisine göz gezdiriyordu ki tramvay aniden durdu. Makinist sebebi belirsiz bir arızadan dolayı özür diliyordu mahçup bir sesle. Etraftaki insanlarda sanki tamvayı bozan makinistmiş gibi ona sövüyordu. Oysa adam garibim işçiydi işte; ne yapabilirdi ki? Ama bir suçlu her zaman olmalıydı ve o an oydu insanlara göre.

Beş dakika, on dakika derken daha fazla beklemek istemedi çocuk. Hemen karşıdaki otobüs durağına gitti. Ordan yakın bir istasyona geçip aktarma yapacaktı başka bir vasıtaya. Ne de olsa tüm otobüsler o duraktan geçer diye ilk otobüse binip en arkasına geçti. Ve zaten hep en arkasını tercih ederdi otobüslerin, yol onun önünden akıp gitsin diye...

Araç hareket ettikten iki durak sonra bir kız daha bindi otobüse. Kızı görür görmez içinde onu izleme isteği ama aynı anda da rahatsız etmeme isteği belirdi. Çünkü o kendi halinde evine gitmeye çalışan bir yolcu. Onu gözhapsine almaya ne hakkım var diye düşündü. Peki benim gözlerimi ondan mahrum bırakmaya hakkım var mı diye de kendi işine yarayacak sorular sordu kendine. Sonra kendisi kazandı elbette. Bakıyordu, ama o ne zaman dönüp baksa kafasını çeviriyordu. Ta ki kız onun bakışlarını gözlerinde dünyanın en uzun o iki saniyesinde hapis edene dek...

Çocuk hapisliğin tadını çıkaradursun çoktan ineceği durağı unutmuştu bile. Farkında değildi durağı çoktan geçtiğinin. Ama ne önemi vardı ki? İnseydi her şey son bulacaktı çünkü. Ama biraz daha dedi biraz daha durmalı kim bilir belki hep beraber ölürüz burada, hep beraber yaşarız belki...

Kız parmağını bir sonraki durakta durmak istediğini belirtecek olan o kırmızı stop düğmesine bastı. Keşke dedi çocuk, o düğmeye bastığında araba dursa ve burada kalsak hiç hareket etmesek. Sen oradan bana baksan bende sana kafi. Ötesine ne gerek var bu bile mutlu ediyorsa bizi.

Araç durdu. Kapı açıldı. Kız aşağıya doğru süzülürken çocuk ondan önce inmişti bile diğer kapıdan. Kız aracın arkasında gözleriyle çocuğu yoklarken, çocuk çoktan kızın yanına yanaşmış ne demeli diye düşünüyordu. İnsan beyni o kadar kudretli ki; o iki, üç saniye içerisinde tonlarca cümle geçti aklından. Ama işte tam o an babası ölmüş bulutlar ağlamaya başladı. Çocuk şemsiyesini açıp kızın kafasının üstüne uzattı ıslanmasın diye.

Islanmayın dedi. Teşekkür etti kız gülümseyerek. O da bu anı bozmak istemiyor, bir merhaba desem büyüsü bozulacak zannediyordu.

Kısa bir suskunluğun ardından burası benim mahallem dedi kız. Ama çocuğun umrunda değildi. Sadece kız zor duruma düşsün istemiyordu. Yoksa en fazla ne olabilirdi ki ? Kız bir mafya babasının kızı olurdu, babası -abileri görürdü, yada adamları gelirdi, çocuğu alır bir bodruma götürürlerdi, hiç olmadı kafasına sıkardı ölürdü. Ölümden öte hiç köy var mıydı ? Onu burada bırakıp gitmenin ölmekten ne farkı vardı ?

Peki bir daha ben seni ne zaman göreceğim diye sordu ürkek bir şekilde. Çünkü en çok bu sorunun cevabından korkuyordu. Ya git derse, ya olayı bir türk filmi tadına büründürüp kısmet deyip uzaklaşırsa...

Ama öyle olmadı; sözleştiler karşılıklı.

Çocuk uzaklaştı ardına bile bakmadan. Çünkü o orada öyle kalsın istiyordu. Bıraktığı gibi, mağrur, güzel...

Adı mı?
Bahardı...

Emrah Ateş- 2011 Mayıs

Yorumlar

  1. Nemdurun kızı yandırdı bizi,
    Çarptı sillesini felek misali!

    Bahara alerjim var yazını da tekrardan uplamanı bekliyorum dostum , tam havası.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Biliyorum Sana Giden Bütün Yollar Kapalı

Orhan Veli'nin ölümü ve mezarı

Dünyanın bilinen ilk şiiri